Dinliyor musun, sıranı mı bekliyorsun?

Gerçek Dinleme Nedir, Ne Değildir?
Gerçek dinleme, sadece karşıdakinin sözlerini duymaktan ibaret değildir. Dinlemek, bir duyunun çalışmasından ziyade bir becerinin devreye girmesidir. Pek çoğumuz karşımızdakini dinliyor gibi yaparken aslında kendi zihnimizde sıradaki cümlemizi kurar, savunmamızı hazırlar ya da haklı çıkmak için örnekler ararız. Bu durumda bedenimiz karşıdakine yönelmiş olsa da zihnimiz bambaşka bir yerdedir. Gerçek dinlemede ise, kişi tüm dikkatini karşısındakine verir; ne söyleyeceğini değil, ne söylendiğini anlamaya odaklanır.
İletişim kazalarının büyük çoğunluğu yanlış anlamalardan değil, hiç anlamamaktan kaynaklanır. Dinliyormuş gibi yaparken sadece kelimeleri alır, arka planı kaçırırız. Oysa insanların söylediklerinin ardında yatan duygular, ihtiyaçlar ve beklentiler çok daha fazlasını anlatır. Gerçek dinleme, bir nevi çevirmenliktir; sadece kelimeleri değil, duyguları da duymayı gerektirir. Bu noktada karşımızdaki kişi bize kendini açmak için bir kapı aralamıştır ve biz o kapıdan içeri girmezsek, kapı bir daha açılmayabilir.
Dinleme sırasında gösterdiğimiz tepkiler de bu sürecin bir parçasıdır. Karşımızdakini yargılamadan, hemen çözüm üretmeye çalışmadan ya da konuyu kendimize çevirmeden durabilmek büyük bir sabır ve farkındalık ister. Gerçek dinleyici, karşısındakinin anlattıklarına değer verir, bu değeri de sadece göz teması ya da “evet” demekle değil, gerçekten anlayarak ve hissettiklerini hissederek gösterir. Yani sadece kulakla değil, zihinle ve yürekle dinler.
Dinlemenin bu tanımı çoğu zaman bize yabancı gelir. Çünkü biz, hızlı yaşamların, çabuk sonuçların ve kısıtlı sabırların içinde büyüdük. Dinlemek yerine konuşmayı, anlamak yerine haklı çıkmayı öğrendik. Oysa ilişkilerde iyileşme ancak bir tarafın gerçekten duymayı seçmesiyle başlar. Bu bazen küçücük bir “anlıyorum seni” cümlesiyle bile olabilir ama bu cümle, içi dolu bir farkındalıkla söylendiğinde. Gerçek dinleme, bu farkındalığın ilk adımıdır.
İletişimde En Büyük Engel: İç Diyalog
İnsan zihni aynı anda birçok şeyi düşünmeye meyillidir. Bu durum gündelik yaşamda çoğu zaman işe yarar gibi görünse de, iletişim söz konusu olduğunda ciddi engeller doğurur. Karşımızdaki biri konuşurken bizim iç sesimiz çoktan devrededir. O anda ne cevap vereceğimizi, onun sözlerinin neresinde haklı ya da haksız olduğunu, bizim bakış açımızın neden daha geçerli olduğunu tartışırız kendi içimizde. Bu iç diyalog, karşı tarafı dinlememizi değil, kendimizi hazırlamamızı sağlar. Böylece, fiziksel olarak o anda bulunsak da zihinsel olarak çoktan başka bir sahnede rol oynamaktayızdır.
İç diyaloglarımız, büyük ölçüde geçmiş deneyimlerimiz ve inançlarımızla şekillenir. Özellikle geçmişte yaşanmış kırgınlıklar, çatışmalar ya da benzer konuşmalar bu iç sesin rengini belirler. “Yine aynı şey olacak”, “Bu zaten hep böyle yapar”, “Bak şimdi ne diyecek” gibi cümlelerle, daha karşı taraf konuşmayı bitirmeden içimizde sonuçlara varmış oluruz. Bu da gerçek iletişimi imkânsız hale getirir. Çünkü bu noktadan sonra biz birini değil, kendi zihnimizdeki bir senaryoyu dinlemeye başlarız.
İç sesin bu kadar aktif olması, iletişimin doğallığını da bozar. Anlatılanlara göre tepki vermek yerine, kendi yazdığımız senaryoya göre davranırız. Bu da çoğu zaman yanlış anlaşılmalara, hayal kırıklıklarına ve öfkeye neden olur. Gerçek bir iletişimde ise iç ses susturulmaz ama fark edilir. Fark edildiğinde de yönetilebilir hale gelir. “Şu an kafamda ona cevap hazırlıyorum, oysa sadece ne dediğini anlamam gerek” gibi bir iç gözlem, bu süreci sağlıklı bir yola sokabilir.
İletişimin kalitesi, sessizce bekleyen iç sesimizi ne kadar tanıdığımızla doğrudan ilişkilidir. İç diyaloğumuzla barış içinde olduğumuzda, karşımızdaki kişiyi de bir tehdit ya da rakip gibi değil, anlaşılmak isteyen bir insan gibi görmeye başlarız. Bu bakış açısı, yalnızca çift ilişkilerinde değil; çocuklarla, ebeveynlerle, arkadaşlarla hatta iş ortamındaki ilişkilerde bile iletişimi dönüştürür. Çünkü zihnin gürültüsünü fark etmek, karşındakinin sesini net duymanın ilk koşuludur.
Empati mi, Tavsiye Yarışı mı?
Bir insan bize derdini açtığında, çoğu zaman hemen çözüm üretmeye yöneliriz. Bu iyi niyetli bir refleks gibi görünse de, aslında empati yerine tavsiye vermeye meyilli olduğumuzun bir göstergesidir. Oysa çoğu insan çözüm değil, anlaşılmak ister. Anlatan kişi, yaşadığı duygunun görülmesini, yükünü paylaşmak istemektedir. “Ben olsam şöyle yapardım”, “Ona şöyle söyleseydin ya” gibi cümleler karşı tarafı anladığımızı değil, yargıladığımızı hissettirebilir. Empati ise, kendi filtremizi bir kenara bırakıp onun dünyasında bir süreliğine misafir olmaktır.
Empati, duygusal bir konfordan feragat etmeyi gerektirir. Karşımızdaki kişinin acısına, öfkesine ya da çaresizliğine göz kırpmadan bakabilmektir bu. Tavsiye vermek ise bizi o duygusal yükten korur; çünkü kontrolü ele almış oluruz. Çözüm sunarak kendimizi güçlü hissederiz ama bu sırada karşımızdaki kişi yalnızlaşır. Çünkü ne kadar iyi niyetli olsak da onun ihtiyacı olan şey, birinin onunla birlikte o hissin içinde kalmasıdır. Bazen “Ben de tam anlayamıyorum ama yanındayım” demek, en büyük empati biçimidir.
Toplum olarak hızlı konuşmaya, hızlı çözmeye ve “bir şey yapmaya” programlıyız. Biri anlattığında hemen devreye giriyoruz. Ama bu hız, empatiyi gölgede bırakıyor. Empati, yavaşlamayı, hatta susmayı gerektirir. Dinlerken o anın içinde kalabilmek, cümlelerin nereye gideceğini planlamamak gerekir. Oysa çoğu zaman sadece karşılık verme refleksiyle hareket ederiz. Halbuki biri acısını anlattığında, ona eşlik etmek konuşmaktan çok daha kıymetlidir. Empati, sustuğumuzda da anlaşılabilir olmaktır.
Empatiyi tavsiyeye kurban etmek, ilişkilerde ciddi kopmalara neden olabilir. Özellikle yakın ilişkilerde karşımızdaki kişi kendini açtığında ona fikir sunmak yerine, ne hissettiğini anlamaya çalışmak, güveni artırır. “Ne hissettin peki?” sorusu çoğu zaman “Ben olsam...” diye başlayan cümlelerden çok daha dönüştürücüdür. Empati, karşımızdakini düzeltmeye çalışmadan onu olduğu haliyle kabul etmekten geçer. Ve bu, gerçek anlamda sevgi dolu bir bağın temelidir.
Konuşmak İçin Sırasını Bekleyen Zihin
İletişim sırasında çoğu insan karşısındakini dinliyor gibi yaparken aslında konuşmak için sırasını bekliyordur. Zihin, o anda anlatılanları değil, birazdan söyleyeceği şeyleri prova etmekle meşguldür. Bu durum, fark edilmediğinde iletişimi derinleştirmek yerine yüzeyde bırakır. Karşımızdaki kişi anlatırken biz onun cümlesine kendi hikâyemizi eklemeye hazırlanırız. Oysa gerçek bir bağlantı, karşı taraf konuşurken içimizdeki sesi biraz susturabilmeyi gerektirir. Sıra bize geldiğinde değil, onun cümlesi bittiğinde ne söylediğini anlayabildiğimizde bağ kurarız.
Bu iletişim biçimi, özellikle ilişkilerde “duyulmama” hissine yol açar. Dinlenilmediğini hisseden biri, bir süre sonra ya susar ya da bağırmaya başlar. Çünkü anlaşılma ihtiyacı en temel duygusal gereksinimlerden biridir. Eğer bir konuşmada karşı tarafın kelimelerini sadece duraklama anlarında cevap hakkı olarak görüyorsak, aslında diyalog değil monologlar savaşı içindeyiz demektir. Her iki taraf da “haklı çıkmak” için tetikte bekliyorsa, ortada dinleme değil, bir savunma ve saldırı döngüsü vardır.
Zihnin bu hazır cevap hali, çoğu zaman geçmiş deneyimlerden beslenir. Daha önceki tartışmalardan, çözülmemiş duygulardan, bastırılmış öfkelerden... Böyle olunca iletişim “an”da gerçekleşmez; geçmişin gölgeleri bugünün cümlelerine sızar. Bir kişinin söyledikleri, diğerinin zihnindeki eski bir acının tetikleyicisi olur. Ve o andan itibaren insanlar birbirini değil, kendi içlerindeki hikâyeleri anlatmaya başlarlar. Gerçek iletişim, geçmişin yüklerinden sıyrılarak şimdide kalmayı gerektirir.
Konuşmak için sırasını bekleyen zihin, dinleme anını fırsat olarak görür. Ancak bu fırsat, karşısındaki kişiyi değil, sadece kendini görünür kılmaya yöneliktir. Oysa iletişim, görünmek kadar görmekle de ilgilidir. Eğer sürekli kendi sıramızın gelmesini bekliyorsak, karşımızdakini yalnızlaştırırız. Etkili iletişimin sırrı, konuşmadan önce gerçekten dinlemeyi öğrenmektir. Bazen sadece bir duraksama, bir “hımm” ya da bir baş hareketi, kelimelerden çok daha fazla şey anlatır. Gerçekten dinlemek, insanı onurlandırır.
İlişkilerde Sessizliğin Altındaki Gürültü
İlişkilerde sessizlik her zaman huzurun değil, çoğu zaman bastırılmış duyguların habercisidir. Konuşulmayanlar birikir, biriktikçe ağırlaşır ve sonunda insanlar birbirine bakarken bir şey hissetmemeye başlar. Bu, iletişimin değil, duyguların donduğu noktadır. Sessizlik dışarıdan sakin görünse de içinde yankılanan sesler çoğu zaman bağırış çağırış gibidir. Özellikle uzun süreli ilişkilerde bu tür sessizlikler alışkanlık haline gelir ve sonunda taraflar arasında görünmez duvarlar oluşur. Bu duvarlar da, zamanla sevgiden çok mesafeyi besler.
Sessizliğin içindeki gürültü genellikle çözülmemiş çatışmalar, ifade edilemeyen ihtiyaçlar ve korkulardan beslenir. “Zaten beni anlamıyor”, “Söylesem ne değişecek ki?”, “Yine kavga çıkar” gibi düşünceler bireyi susmaya iter. Ancak bu suskunluk dışa dönük bir sükûnet değil, içe dönük bir patlamadır. Kişi, söylemediklerini içinde büyütür ve bu içsel gürültü zamanla hem kendisini hem de ilişkiyi yıpratır. Sessizlik bir korunma kalkanı gibi görünse de uzun vadede hem anlayışı hem de yakınlığı yok eder.
İletişim eksikliğinin olduğu yerde insanlar tahmin etmeye başlar. “Herhalde böyle hissetti”, “Bana kızdı galiba”, “Artık eskisi gibi değil” gibi varsayımlar, yerini hızla yanlış anlamalara bırakır. Ve bu yanlış anlamalar iletişimi daha da tıkar. İnsanlar artık birbirlerini duymaktan değil, birbirlerinden korunmaktan söz eder hale gelir. Sessizlik uzadıkça taraflar konuşmaktan korkar. Çünkü ilk kelimenin neyi tetikleyeceğini bilemezler. Bu nedenle de suskunluk daha da derinleşir.
Sessizlik içinde gürültü taşıyorsa, bu mutlaka ele alınmalıdır. Bu noktada bir tarafın cesaretle konuşmayı başlatması çok kıymetlidir. Ancak bu konuşma suçlayıcı değil, duyguları ifade eden bir dille yapılmalıdır. “Artık konuşmuyorsun” yerine “Sana yakın hissetmek istiyorum ama uzaklaştığımızı düşünüyorum” diyebilmek bu farkı yaratır. İlişkilerde sessizliği çözmek, duygulara kulak vermekten geçer. Çünkü gürültü, sadece dışarıdan gelen seslerle değil, içimizde bastırdıklarımızla da oluşur. Ve bazen en sağlıklı ilişki biçimi, en çok konuşulan değil, en çok anlaşılan olur.
Aktif Dinlemenin İlişkilerdeki Gücü
Aktif dinleme, sadece kulakla değil; gözle, beden diliyle ve yürekle yapılan bir iştir. Bu, karşımızdakinin söylediklerine tüm benliğimizle odaklanmak, yalnızca kelimeleri değil, onların ardındaki duyguları da anlamaya çalışmaktır. Birinin gözlerinin içine bakarak, cümleleri kesmeden, ara vermeden dinlemek... işte bu, gerçek bir bağ kurmanın temelidir. Aktif dinleme, “konuşma sırasını beklemeyen” bir zihnin ürünüdür. Sadece anlama niyetiyle yapılan bir dinlemede, insanlar gerçekten duyulduklarını hisseder. Bu his, ilişkide güvenin ve yakınlığın yapı taşını oluşturur.
Birçok çiftin en temel şikâyetlerinden biri, “beni dinlemiyor” ya da “anlamıyor” cümleleriyle ifade edilir. Oysa çoğu zaman dinlememe değil, aktif dinlememe söz konusudur. Kişi karşısındakini duymuş olabilir ama anlamamıştır. Aktif dinleme ise, kişinin anlattıklarını tekrar ederek, sorular sorarak ve duygusuna temas ederek gelişir. Örneğin, “Bu söylediğin seni çok üzmüş olmalı” cümlesi, hem bir empati hem de bir dinleme işaretidir. Ve bu tür cümleler, karşımızdaki kişiye onun yalnız olmadığını gösterir. İlişkinin dokusunu yumuşatır, çatışmaları dönüştürür.
Aktif dinlemenin en güçlü tarafı, yargısız bir alan yaratmasıdır. Konuşan kişi ne kadar kendini açarsa açsın, eğer yargılanacağını hissederse savunmaya geçer. Ama yargılanmadığını, dinlendiğini ve anlaşıldığını hissederse derinleşir. Bu derinleşme sadece konuşmanın değil, ilişkinin de derinleşmesini sağlar. Bu nedenle aktif dinleme, sorun çözmekten önce anlamaya yöneliktir. Çünkü anlamadığımız bir sorunu çözmeye çalışmak, yalnızca geçici çözümler üretir. Kalıcı iyileşmeler ise duyulmanın, görülmenin ardından gelir.
İlişkilerde aktif dinlemeyi bir alışkanlık haline getirmek başlangıçta zor olabilir. Ancak bilinçli bir şekilde bu pratiğe devam etmek zamanla çok şeyi değiştirir. Her “peki, anlat biraz daha” deyişi bir köprü kurar. Her “seni duydum” bakışı bir güven inşa eder. Aktif dinleme; tartışmaları azaltır, bağları güçlendirir, samimiyeti artırır. Bir ilişkiyi sağlıklı kılan şey bazen romantik sözler değil, sabırla dinlenmiş bir cümledir. Çünkü kişi anlaşıldığını hissettiği yerde kalmak ister.
Çözüm Aramak Değil, Anlamak: Danışmanlık Sürecinde Dinleme
Aile danışmanlığı ve çift terapisi süreçlerinde dinleme, sadece bir araç değil, sürecin kalbidir. Birçok çift, problemlerini çözmek için somut öneriler bekler; ancak asıl dönüşüm, önce karşılıklı anlamayla başlar. Danışmanlıkta, tarafların “dinlenildiğini” hissetmesi, ilişkinin yeniden kurulmasının ilk adımıdır. Çünkü dinlenmek, varlığımızın kabul görmesi demektir; bu da güvenin temelidir. Bu yüzden, danışmanlık sürecinde etkin dinleme, terapistin en önemli yetkinliğidir ve çiftlerin kendi aralarındaki iletişim biçimini modellemelerine olanak sağlar.
Bir aile danışmanı olarak gözlemlediğim en sık durum, çiftlerin aslında birbirlerini duymaya hazır olmamalarından kaynaklanan iletişim kopukluklarıdır. Terapide aktif dinleme teknikleri öğretilirken, bireylerin içsel iç seslerini fark etmeleri ve kontrol etmeleri sağlanır. Bu farkındalık, ilişkilerdeki yanlış anlamaların ve savunma mekanizmalarının çözülmesine öncülük eder. Çift terapisi sürecinde, sadece konuşmak değil, karşılıklı olarak “dinlenmek” ve “anlaşılmak” hedeflenir; çünkü gerçek yakınlık ancak bu temelde gelişir.
Danışmanlık sürecinde dinleme, bir nevi yeniden öğrenme sürecidir. Partnerler, yıllar içinde alıştıkları “konuşup duyulmama” döngüsünden çıkarak, birbirlerinin duygusal dünyasına daha derinlemesine dokunmayı öğrenirler. Bu, bazen zorlu bir yolculuk olsa da, profesyonel rehberlikle güvenli bir alanda gerçekleşir. Böylece taraflar, birbirlerinin sadece kelimelerini değil, aynı zamanda duygularını, korkularını ve umutlarını da duyma becerisi kazanırlar. Bu beceri, çiftlerin kendi aralarındaki iletişimi güçlendirerek, sorunların üstesinden gelmelerini kolaylaştırır.
Sonuç olarak, dinlemek sadece bir davranış değil, bir ilişki biçimidir. Aile danışmanlığı ve çift terapisi süreçlerinde etkin dinlemenin benimsenmesi, ilişkilerin sağlıklı, sürdürülebilir ve sevgi dolu olmasının anahtarıdır. Çünkü her ilişki, önce anlaşılmak ve duyulmak ister; ardından ancak o zaman iyileşme ve büyüme mümkün olur. Bu yüzden, dinlemeyi sıranın beklenmesi değil, karşındakine tam anlamıyla “orada olmak” olarak görmek gerekir. İşte o zaman, gerçek iletişim mümkün olur ve ilişkiler güçlenir.
Cem Karataş
Aile Danışmanı & İlişki Uzmanı
cemkaratas.neteskisehirailedanismani.com.tr
Siteye Üye Olun
Bu tarz içeriklerden haberdar olmak ve site üyelerine özel programlardan yararlanmak için sitemize ücretsiz üye olabilirsiniz.
Hemen Üye OlSıkça Sorulan Sorular
Gerçek dinleme, yalnızca söylenen kelimeleri duymak değil; onların ardındaki duyguları, ihtiyaçları ve beklentileri de anlamaktır. Zihni susturup, tüm dikkati karşıya vermeyi gerektirir.
İç diyalog, karşımızdaki kişiyi dinlemek yerine cevap hazırlamamıza neden olur. Bu durum, kelimeleri duymamıza rağmen anlamamızı engeller ve ilişkilerde yanlış anlaşılmalara yol açar.
Aktif dinleme, karşı tarafa değer verildiğini hissettirir, güveni ve bağı güçlendirir. Yargısız, dikkatli ve empatik bir dinleme, sorunların çözülmesinde ve yakınlığın artmasında temel rol oynar.